Bir haftada 8 sezonu birden izledim ve James Spader'ın performansı beni gerçekten etkiledi. Onun oyunculuğu karşısında adeta saygı duruşuna geçiyorum; muazzam bir yetenek sergiliyor. Öte yandan, Megan Boone'un performansı beni hayal kırıklığına uğrattı. Ne yazık ki, oyunculuğu beni diziden soğuttu. Boone'un yerine daha yetenekli bir oyuncu olsaydı, dizinin puanı kesinlikle 9'un altına düşmezdi. Jodie Whittaker ile birlikte, bu iki oyuncunun nasıl bu kadar önemli yapımlarda yer alabildiğini anlamakta zorlanıyorum. Yine de, James Spader'ın olağanüstü performansı sayesinde dizi izlenmeye değer hale geliyor. Onun oyunculuğu için bile bu dizi izlenir.
Senaryo, elementler arası bağlar gibi kusursuz bir şekilde işlenmiş. Harika bir kurguyla oluşturulmuş bu mini dizi, izleyiciyi adeta büyülüyor. Brie Larson'ın performansı, diziyi zirveye taşıyor. Dizide, kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan bir kadının etkileyici hikayesi anlatılırken, aynı zamanda duygusal ve dramatik bir aşk hikayesi de işleniyor. Irkçılık ve cinsiyet ayrımcılığı gibi önemli konulara da ciddi bir şekilde değinen senaryo, derinlik katıyor. Apple TV dizileri arasında en iyilerden biri olarak öne çıkıyor.
Her izlediğimde beni dışarı çıktığımda daha pozitif hissettiren harika bir Apple dizisi. After Life dizisinde de benzer bir pozitiflik hissetmiştim ve bu tür dizilerin ruhumuza iyi geldiğine inanıyorum. İlk bakışta komedi gibi görünse de, zaman zaman hüzünlü anların da yer aldığı bir senaryoya sahip. Ancak, senaryoda komedi ve hüznü öyle güzel harmanlamışlar ki, bazen duygulanıyor, bazen de gülümsüyorsunuz.
Hiçbir bilgiye sahip olmadan başladığım bu dizi, beni bir İskoçya hayranına dönüştürdü. Hikaye müthiş bir şekilde başlıyor; 200 yıl öncesine gidiyor ve muhteşem İskoçya manzaraları eşliğinde ilerliyoruz. Karakterlerin tepkileri ve diyalogları, fantastik bir dizi olmasına rağmen oldukça gerçekçi. Yıllar sonra bile bir araya geldiklerinde aralarındaki özlem ve aşk son derece inandırıcı. Ancak, keşke hikaye ilk üç sezonda son bulsaydı; uzadıkça sıkıcı bir hal alıyor. Romantik ve fantastik bir dizi arıyorsanız, kesinlikle bu dizi tam size göre.
Dizi gerçekten akıp gidiyor. Bu kadar eğleneceğimi düşünmemiştim. Son 2-3 bölümde fazla tahmin yürütmedim, daha çok hislerime güvendim. Belki bu durum dizinin kalitesine biraz gölge düşürebilir, çünkü "ters köşe yapayım" çabası biraz klişe hissettiriyor. Ancak atmosfer, makyajlar ve müzikler harika. Özellikle çello ve dans sahneleri çok etkileyiciydi. İlk dört bölümü yöneten Tim Burton'ın etkisi, sonraki bölümlerde de hissediliyor. Edebi göndermeler oldukça başarılı. Wednesday karakteri için Jenna Ortega'dan daha iyi bir seçim olamazdı. 8 bölüm boyunca harika bir performans sergiliyor ve izleyiciyi kendine hayran bırakıyor. Karakterin gelişimi de oldukça samimi bir şekilde işlenmiş. Catherine Zeta-Jones'un asaleti diziye çok yakışmış. Christina Ricci'yi son bölüme kadar tanıyamadım. Dizi hem karanlık hem de renkli bir atmosfere sahip, bu da onu çok keyifli kılıyor.
Hayatımın dizisi derken ne demek istediğimi merak edebilirsiniz. Bir dizi, bir insanın favorisi olabilir, izlemekten keyif alabilir ama nasıl olur da hayatının dizisi olur? Bu biraz tuhaf gelebilir, evet. Elbette seri katil falan değilim, ama bir bakıma; bir kitabı elinize alıp okumaya başladığınızda, karakterde kendinizden bir şeyler bulursunuz ya, işte o kitap sizin için özel bir yere sahip olur. Bitmesin diye yavaş yavaş okur, bittiğinde üzülürsünüz; tekrar okumayı düşünür, hatta planlar yaparsınız. Dexter benim için böyle bir dizi. Belki birer katil değiliz ve Dexter gibi öldürme dürtülerimiz yok, ama hepimizin diğer insanlardan saklamak zorunda olduğu tutkuları, benlikleri, bir yönü var. Bu dizi, maske ile saklanan yan arasında nasıl bir denge kurulduğunu, bu iki taraf arasında nasıl gidip gelindiğini görsel ve sözel olarak aktarıyor. Eğer diziden sürekli hareket, olay ve aksiyon bekliyorsanız, bu beklentinizi tam olarak karşılamayabilir; çünkü bazı bölümler gerçekten sakin geçiyor. Ancak izleyip üzerine düşünmeye değer bir yapım.